EkolojiFeminist KürsüYazılarımız

ÇEVRECİ DEĞİL EKOFEMİNİST – Gökçe Maraşlı

“İnsan topluluklarında doğuran cinse değil öldüren cinse üstünlük tanınmıştır.”

Simone de Beauvoir

Kadınlar uzunca bir süre ataerkil yapının meşru kıldığı eril tahakküm altında yaşadılar, hala da yaşıyorlar. Yasal olarak pek çok ülkede eşitlik adına önemli adımlar atılmış olsa da, yine kadın hareketinin etkisiyle, toplumsal cinsiyet anlayışının değişmesi için kat edilmesi gereken yollar var, yani mücadele hala sürmekte. İkili cinsiyet sisteminin dayatmaları; kadın ve erkeğe biçilmeye çalışılan kesin roller, bu sistem dışındaki tanımların kesin dille reddi, ataerkil yapının devamını sağlamak için kullandığı yöntemlerden bazıları. Ancak yapının kendi devamını sağlamaya yönelik oluşturduğu her baskı karşısında bir hak mücadelesi buldu. Feminizm de kadınların baskı ve dayatmalara karşı yürüttükleri hak mücadelesinde yükselttikleri ortak sesin bir adıdır.
Feminizme tarihsel olarak baktığımızda eşitlik vurgusunun Fransız devrimi esnasında dillendirilmeye başlandığını görürüz. Akıl, bireyselleşme, eğitim hakkı gibi konular bu dönemde kadın hareketinin kendini temellendirdiği felsefi alt yapıyı oluşturur. Yine kadın haklarına yönelik teoriler de bu dönemde geliştirilmeye başlanmıştır. Birinci dalga feministlerin gündemi ve çabası yasalar önünde kadın erkek eşitliğini sağlamaya yönelik olmuştur. Kadın ve erkeğin eşitliği vurgulanarak kadınlar siyasal haklarını talep etmiştir. İkinci dalga feminizm ise daha radikal bir bakışla toplumsal cinsiyet eşitliğini tartışmaya başlamıştır. Ataerkil sisteme dikkat çekilmiş, kadının her alanda özgürleşebilmesi adına mücadele edilmiştir. Ayrıca birinci dalganın sadece yasa temelli hareketine eleştiriler getirilmiş, kadın-erkek eşitliği bakımından dildeki kelimeler, cinsiyet vb. kavramlar üzerinden tartışılmaya başlanmıştır.
Toplumsal cinsiyete bir tanım verecek olursak; biyolojik cinsiyetten farklı olarak toplum tarafından kişilere dağıtılmış roller ve beklentilerdir. Biyolojik cinsiyetten farklı olmakla beraber maddi varlığını yine biyolojik cinsiyet üzerinden kazanmaktadır.
Üçüncü dalga feminizm bireysel kimlik üzerinde daha fazla durmuş, evrensel kız kardeşlik yerine farklı kadınlık durumları konuşulmaya başlanmıştır. Böylece dünyadaki tüm kadınların aynı sorunları paylaştığı fikrinden de uzaklaşılmaya başlanmış, genelleme yerine bireysel bakış önem kazanmıştır. Ekofeminizm de üçüncü dalga feminizm esnasında ortaya çıkmıştır.
Tahakküm her yerde herkese her şeye
“Ekofeminizm” kavramından ilk kez Francoise d’Eaubonne 1974’te yayımlanmış kitabında bahsetmiştir. Buna göre kadın ve doğaya yönelik baskının kaynağı birdir. Ekolojik mücadeleyi feminist mücadele ile birleştiren ekofeministler cinsiyetçiliğin yanında doğanın uğratıldığı hasara yönelik de mücadele ederler. Zira doğanın tahribi de eril tahakküm ile ilişkilidir.
Ekofeminizm çevre ve kadınların yaşadığı sorunlara feminist bakış açısıyla yaklaşır. Ekolojistlerin doğanın sömürülmesine karşı verdikleri mücadele ile feministlerin baskı ve yargılara karşı verdikleri mücadele paralel olarak görülür, ortada ikisinin de aşağı görülmesinden ve sömürüye açık olmasından hareket eden bir düşünce bulunmaktadır. Yani doğanın tahribi de feminist kaygılara dahildir.
Sahi saksağanı vur emrini veren aslında kim ?*

*”İstediğin kadar saksağanı vur vurabilirsen ama unutma, bülbülü öldürmek günahtır.” -Bülbülü Öldürmek, Harper Lee-


Ekofeminist yaklaşım ikincil yapıya vurgu çeker. Ataerkil anlayışta Erkek / Kadın, Akıl / Doğa gibi ayrımlara yer verilir. Erkeğin temsil ettiği akıldır, ona rasyonel bir kimlik verilir. Kadın ise naiflik ve duyguyla eş tutulur. Naiflik kadın olmak ile eşleştirilirken ona yüklenen anlam da değişmektedir. Bu kadınsı bir özelliktir; kadın bunun gerektirdiği biçimde yaşamalı ancak yine bu özelliğinden dolayı akılla özdeşleştirilen eril dünyada geri planda kalmalıdır.
Birincil yapıdakilerin konumu üstündür ve bu üstünlük ikincil olanlar üzerinde tahakküm imkanı verir. Bu durumda hem doğa hem kadın, erkeğin ihtiyaçları için bir araç konumuna getirilmektedir.
Tarih boyunca kadının doğayla özdeşleştirildiği örnekler çok kez karşımıza çıkmıştır. Doğurganlığı, hayatın kaynağı olarak görülmesi doğaya da kadın cinsiyeti yüklenmesini beraberinde getirmiştir. Kimi zaman Kibele kimi zaman Şahmeran… Ama doğum ve ölümde mutlaka rol biçilmiş olarak hikayelerde rol almıştır. Ancak kadınının doğurganlığından ötürü doğayla bağ kurması ve bundan ötürü doğayı koruma mücadelesinde rol aldığının söylenmesi yanlış olacaktır. Çünkü bu kadının salt rahme indirgenmesi demek olacaktır ki bir yerde eril düşüncenin izini taşıyacaktır.
Burada yukarda değindiğim salt rahime indirme kısmını biraz açmak isterim. Doğurmak ya da doğurmamak kadının isteğine bağlı olduğu gibi doğurganlığa yüklenen anlam da yine kadının şahsi alanında kalan bir meseledir. Kadının hayatla ilişkisinde sürekli olarak biyolojik yapının izini aramak ataerkil yapıca kullanılmaya alışılmış bir yöntemdir.


Çevre mücadelesi yalnız tek bir cinsiyetin meselesi değildir elbette. Ekofeminizme yöneltilen eleştirilerden biri de bu, meselenin cinsiyet kazanması. Yukarıda da değindiğim gibi meseleye cinsiyet boyutundan bakmak eril düşüncenin ürünü. Ancak kadınların çevre mücadelesinde ön plana çıkması da bir tesadüf değil. Birçok araştırma ve örneğin gösterdiği üzere doğanın uğradığı zararlardan kadınlar daha çok etkileniyor. Kadınlar eğitim, sağlık gibi imkanlara ulaşmada daha fazla sorun yaşıyor. İklim sorunlarının yol açtığı felaketlerde de daha çok etkilenen taraf kadınlar oluyor. Bunun yanında temiz su ve yiyeceğe sahip olma bakımından da kadınlar çok daha dezavantajlı durumda. Örneğin Gana’da geleneksel normlar yüzünden erkeğin ihtiyaçları öncelikli tutulmakta. Yine Afrika’da ergenlik çağındaki kadınların yaklaşık yüzde ellisi düzgün beslenemediği için aşırı zayıf.
Ekofeminizme yöneltilen başka eleştiriler de mevcut. Bunlardan en çok vurgulananı ise “özcü”lük. Özcü anlayışta kadın ve doğa arasında kurulan derin bağdan yola çıkılmakta. Eleştirenlere göre ise bu durum kadının nesneleştirilmesi sonucunu doğuracağı gibi cinsiyet yapısının da vurgusuna yol açabilecektir. Yine başka bir eleştiriye göre çevreye gösterilen duyar feminizmin asıl uğraş alanı olan toplumsal cinsiyet yapısı, eşitsizlik gibi konuların göz ardı edilmesi tehlikesine neden olacaktır.
İklim krizi artık çok ciddi boyutta. Karbon salınımı, doğal kaynakların bu hızla tüketilmesi, fosil yakıtların kullanımı… Geri dönüşü çok zor olacak hasarlara neden oluyor. Doğal afetler artık o kadar da doğal değil, pek çoğunun bu denli zarar vermesinde insanın rolü çok büyük. Kadınlar ise mücadelede ön saflarda. Kaz Dağları’ndan Karadeniz’e yıkım için gelen herkesin karşısında duruyorlar.
Ekofeminizm çevre ve kadın hareketinin kesişimsel olduğunun kabulünden yola çıkar ve mücadelede tek bir karşıt belirlenmiştir. Kadın ve doğaya yönelik baskılar birbirinden o kadar da bağımsız değildir.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir