Feminist KürsüSanatYazılarımız

Feminist Sanat Toplum İçindir – Pınar Fidan

H.W. Janson’ın 1963 yılında basılan ve sanat tarihçileri tarafından benimsenmiş bir kanon olan, hiç metin içermeyen ve yaklaşık yüz bin illüstrasyondan oluşan History of Art isimli ders kitabının özgün basımında hiçbir kadın sanatçıya yer verilmemiştir. Yüz bin illüstrasyon ve kadın sanatçılara ait tek bir çalışma yok. Şimdi Feminist Sanat hakkında konuşabiliriz. 

Sanatın Feminizm ile Buluşma Hikayesi 

Hepiniz tarihten bazı önemli sanatçıları bilirsiniz. Örneğin; Dali, Michelangelo, Picasso, Manet, Da Vinci vs. Peki ya kadınlar? Günümüzde ikonikleşmiş Frida dışında pek kimse gelmez aklımıza. Kadınları daha çok, erkek sanatçıların resmettiği çıplak modeller olarak anımsarız. Çünkü sanatta da yaşamda olduğu gibi ancak cinsellikleriyle var olabilirlerdi. 

Rönesans ile birlikte kadınlar sanata teşvik edilmeye başlandı. Çünkü bu onları “çekici” kılan bir şeydi. 18.yy’da ise kadınların her şeyi resmetmelerine “izin verildi”. Tabii güzellik, zarafet ve alçak gönüllülük gibi “kadınlara özgü nitelikleri” somutlaştırdıkları sürece. Dönemin eleştirmenlerinden biri şöyle demiş: “Bir kadın kendini kadınlıktan çıkarmadığı sürece herhangi bir şeyle uğraşmasına izin verin.” Sağ olsunlar(!). 

Peki sırf “daha çekici” olmaları adına sanata yönlendirilen bu kadınların eserlerine gerekli değer veriliyor muydu? Elbette ki kadınlar sanatçı olmak için “erkekler kadar nitelikli” görülmüyordu. Bütün bir hayatta var olan bu ataerkil düşünce yapısı kendini sanatta da gösteriyor ve kadınların eserleri sergilerde kabul edilmiyor, kendi sergisini açmak isteyene de yer verilmiyordu. Sanat dünyasında var olabilmek için birçok kadın, eserlerinde erkek ismi kullanmak zorunda kaldı. Bazıları eşlerinin ismiyle imzaladı resimlerini bazıları ise isim ve soy isimlerinin yalnızca baş harflerini kullanarak gizledi cinsiyetini. Sonuçta bir resmin altında imza olarak baş harfler görüldüğünde insanların aklına kadın adı gelecek değil ya! 

Yaşarken çok saygı gören ressam Judith Leyster, ölümünden sonra neredeyse tamamen unutuldu. Çünkü eserleri kocası J. M. Molenaer ve aynı dönemin benzer tarzda çalışan ressamı Frans Hals’e atfedilmiştir.

Sanat içindeki bunca kıvranışın sonucunda; 1960’lardan itibaren kadın sanatçılar, sanat tarihçiler ve sanat eleştirmenleri, kadınların sanattaki dışlanmasına karşı mücadele için Feminist Sanat altında buluştular. Bu sanatçılar eserlerinde direkt olarak toplumsal sorunlara değiniyor, cinsiyetçiliği vurguluyor ve kadın olmayı anlatıyorlardı. Feminist Sanat bağlamında yalnızca resimler ve heykeller değil, aynı zamanda fotoğraf, tiyatro ve performans sanatları gibi çokça türde önemli eserler bulunur. Tarihsel süreçte meşrulaştırılmış ataerkinin her türlü ırkçı ve cinsiyetçi tavrına karşı verilen mücadelenin en hararetli döneminde, Feminist Sanat kapsamında gerçekleştirilen yoğun çalışmalar kadınların davasında gözden kaçması mümkün olmayan bir rol oynamıştır. 

Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok? 

Sanat tarihindeki bu cinsiyetçi tutumlara dikkat çekilmesinin ardından, sanat tarihçisi Linda Nochlin’in 1971 yılında yayımladığı “Neden Hiç Büyük Kadın Sanatçı Yok?” başlıklı makalesi, sanatçılar ve tarihçiler arasında çığır açıcı bir etki yaratmıştır. Nochlin bu makalesinde, Michelangelo ya da Manet düzeyinde bir kadın sanatçı çıkmamasını, kadınların başta eğitim olmak üzere erkeklerle eşit haklara sahip olmamasından kaynaklandığını savunur. Erkeklerin bilim/sanat alanında mümkün olan en iyi eğitimleri almaları sağlanırken kadınlar için uygun gördükleri ev idaresi, dikiş-nakış, yemek yapma gibi derslerdi. Açıkçası bir kadından, rutin biçimde hem ev temizlemesi, yemek yapması, çamaşır-bulaşık yıkaması, çocuk bakması, eşine hizmet etmesi gibi bakım işerini hem de kendi kendini sanat alanında yetiştirmesini aynı anda bekleyemezsiniz. Ataerkil sanat politikalarının burada yaptığı -tıpkı diğer ayrımcı kültür politikalarının da yaptığı gibi-, bir kuşun kanatlarını kesip ondan uçmasını beklemektir. 

Nochlin’in makalesi, o yıllarda dünyada yaşanan politik eylem ruhu ve kolektif bilinç duygusundan hareketle yeni stratejiler belirleyen kadınların gerekli soruları sormasında etkili olmuştur: Geleneksel sanat tarihinin kadınla­ra hiç yer vermemesi, kadınların gerçekten de iyi sanatçı olamayacağı an­lamına mı gelmektedir? Kadın sanatçıları erkeklerden ayıran temel birta­kım doğal, biyolojik farklardan söz etmek mümkün müdür? Bu tür fark­lardan söz edilebiliyorsa, kadınların sanatını erkeklerin sanatından ayıran farklı bir imgesellik, farklı bir ifade mi söz konusudur? Yaratıcılık süreci gerçekten de cinsiyetle ilgili bir olgu mudur? Kadınlara özgü elişine yö­nelik minör sanatlarla/zanaatla güzel sanatlar arasındaki ayrım, gerçekten de o kadar keskin midir? Bu gibi ölçütleri kimler, neden ve nasıl belirle­mektedir? 

Kadınların Binası, Kadın Evi Projesi ve Yemek Daveti 

Kadınların Binası, 1972’de Judy Chicago ve Miriam Schapiro öncülüğünde kurulmuş feminist bir sanat okuludur. Bu sanat okulunda, görsel sanatlardan sahne sanatlarına dek, sanatın çeşitli mecralarında atölyeler düzenlenmiş ve Feminist Sanat eğitimleri verilmiştir. Kadınların Binası’nı diğer sanat okullarından farklı kılan en önemli özellik binanın inşasını, okula kayıt yaptıran 21 kadın öğrencinin bizzat gerçekleştirmiş olmasıdır.  

“‘Erkek gibi’ davranmaktan, ‘erkek gibi’ resim yapmaktan bıkmıştım. Yani kendim gibi bir kadın olamamaktan bıkmıştım. Kadınların hareketi yeni başlıyordu, radikal feminist edebiyatı eserleri New York’tan çıkmaya başlamıştı ve elbette hislerime tercüman oluyordu. Gerçekten çok sinirliydim çünkü hem kadın hem de sanatçı olamayacağım söyleniyordu. Erkeklerin, başarı trenine binip uzaklaşmasını ve gözden kaybolmasını izliyordum. Herkesin ileri gittiğini görüyordum. Tamam bir sergim vardı ama bir şey olmuyordu, hiçbir şey satılmıyordu. O dönemde, cinsiyetçilik hakkında konuşamazdınız ama ben konuşmaya ve feminist bir sanat alanı oluşturmaya karar verdim. Eğer genç kadınlara yardım edersem -benden gençlere, 30 yaşındaydım-, ama genç kadınlar bir kadın olarak kendi içgüdülerinden kopmadan profesyonel birer sanatçı olabilirlerse, işte belki o zaman kendi sesimi bulabilirdim.” — Sanatçı, yazar ve eğitimci Judy Chicago / Feministler: Onlar Ne Düşünüyordu? — 

“Los Angelas’a gelen 30 kişilik bir kadın grubu vardı, Judy Chicago, Arlena Raven ve Sheila de Bretteville’nin, kadınları örgütleyip, Feminist Sanat programına çağırması üzerine gelmişlerdi. Hepimiz harcımızı ödeyip gelmiştik ama okul falan yoktu. Sheila de Bretteville’nin evinin yerinde oturan 34 kadındık sadece. Kadınlar şok içindeydi. Birçoğunun aklındaki düşünce ‘Ben neye para verdim o zaman?’ idi. Judy kısa ve öz bir şekilde şöyle dedi; ‘Sanatınızı icra etmek ve buna destek görmek için para ödüyorsunuz. Hayatınızın geri kalanını değiştirmek için para ödüyorsunuz. Dünyayı değiştirme şansı için para ödüyorsunuz.’ Orayı inşa etmeliydik, önce kiralayamazdık. Olay binada değildi, binayı inşa etmekle alakalıydı.”  — Sanatçı ve yapımcı Cheryl Swannack / Feministler: Onlar Ne Düşünüyordu? — 

Kadın Evi projesi ise inşa halindeki Kadınların Binası’nda yer olmadığı için harabe bir ev bulunup gerçekleştirilmiş bir enstalasyon/yerleştirme eseridir. Proje döneminde Kadın Evi’ne 10.000 ziyaretçi gelmiştir. Virginia Woolf’un Kendine Ait Bir Oda kitabından esinlenilerek, her bir sanatçının evin bir bölümünü tasarladığı bu proje kapsamında, eve gelen erkek ziyaretçilerin kadınların bakış açısını görmeleri sağlanmıştır. Chicago’nun deyimiyle; “Şimdiye kadar biz onların dik bakışlarını maruz kalıyorduk, artık sıra onlarda. Bu evde, kadınların dik bakışlarını üzerlerinde hissediyorlar.” 

Chicago’nun en popüler eseri ise Feminist Sanat alanında bir tür simgesel anıt olarak kabul gören ve kadınların davaları uğruna harcadıkları kolektif çabaya ve kadının anısına dikkat çekmeyi amaçlayan Yemek Daveti’dir. 1974-1979 yılları arasında 22 kadın sanatçıyla birlikte hazırlanan bu enstalasyon/yerleştirme eseri, şimdiye kadar altı ülkede on altı farklı mekanda sergilenmiş ve 15 milyon kişiyi ağırlamıştır. 2007 yılından bu yana ise New York’ta Brooklyn Feminist Sanat Müzesi’nde sergilenmektedir. Üçgen biçiminde hazırlanan yemek masasında, tarihe katkıda bulunmuş ancak ataerki dünyasında isimleri gölgede bırakılmış 39 kadının her birine özel yer verilmiştir. Ayrıca masanın üzerinde durduğu seramiklerde ise farklı alanlarda çalışmalar yapmış 999 kadın ismi yazılıdır. Tabaklardaki vulvayı andıran desenlerle ise Judy Chicago, kadın bedeni ve cinselliğini yücelten ilk çağdaş sanatçılardan olmuştur. Ancak tahmin edildiği üzere bu çalışma, erkek sanatçılar ve sanat eleştirmenleri tarafından “saçma” olarak nitelendirilmiş, politikacıların eseri “pornografik” olarak tanımlamalarıyla da siyasi düzeyde yoğun tartışmalara neden olmuştur. Yüzyıllar boyunca kadınların çıplak bedenleri cinsel birer obje göreviyle sergileri süslerken bu tabloları hayranlıkla izleyenler şimdi çıkmış pornografiden söz ediyorlardı. Anlaması güç değil; kadınlar tarihteki yerlerini istiyordu, ataerki ise bacaklarını aça aça oturmak.  

Gerilla Kızlar 

1984’te MoMA (New York Modern Sanat Müzesi), Son Dönem Resmi ve Heykeli Üzerine Uluslararası Araştırma adıyla bir sergi düzenliyor. Bu çalışma kapsamında müze, en iyi 169 sanatçının listesini yayınlıyor. Ancak bu listenin yalnızca yüzde onu kadınlardan oluşuyor, yalnızca 17 isim. Müze yöneticisi Kynaston McShine, röportajlarında hareketi aşağılamak için şu cümleyi kuruyor: “Bu listede yer almayan sanatçı bir ‘adam’ kariyerini yeniden düşünmelidir.” 

Açılış gecesinde bir grup sanatçı durumu protesto etti ancak hiç kimsenin onlara aldırış ettiği yoktu. Bir yılın ardından, sokak sanatını kullanarak yeni mücadele yolları bulma amacıyla, Gerilla Kızlar oluşturuldu. Grup üyeleri anonim kalmak için kendilerine hayatta olmayan önemli kadınların isimlerinden seçiyor ve belki de toplumun geriye doğru evrimini simgelemek için goril maskeleri takıyorlar. 

Sokaklara astıkları afişlerin çoğunlukla istatistiklerden oluşmasını şöyle açıklıyorlar: “İnsanlara sistemdeki sorunları anlattığınızda size inanmıyorlar ama karşılarında rakamları görünce söyleyebilecek hiçbir şeyleri kalmıyor.” 

Gerilla Kızlar bir aktivist grup olarak başlasa da sanat dünyası onları yavaş yavaş kabullendi ve MoMA ve Tate Modern onların çalışmalarını sergiledi. Popülaritelerini çalışmalarıyla bu şekilde uzlaştırıyorlar: 

“Tüm hayatını saldırarak geçirdiğin sanat dünyası aniden seni kucakladığında ne yaparsın? Yani… eleştirinizi tam içeriden alıyorsunuz. MoMA’nın feminizm üzerine olan kendi sempozyumunu aşağıladık. Tate Modern ve İstanbul Modern’i eleştirdik. Sonuç? Ulusal Sanat Galerisi ile dalga geçmemizden sonra onlar da yollarını değiştirmeye söz verdiler. Tıpkı Tate Modern ve MoMA gibi.” — Gerilla Kızlar, dergi röportajı — 

Barış Gelinleri 

Feminist Sanat resim, heykel, fotoğraf, video gibi sanatların yanı sıra performans sanatında da kendini göstermiştir. Akımın önemli parçalarından olan performans sanatı özellikle 60’lı ve 70’li yıllarda sergiledikleri etkileyici gösterilerle dikkatlerin kadın mücadelesine çekilmesinde etkin rol oynamıştır. Bir veya birkaç kişiyle, birkaç dakika, birkaç saat veya birkaç gün sürebilen performans sanatı Feminist Sanat akımı içinde güçlü bir karşı duruş ifadesidir. Carolee Schneeman, Yoko Ono, Valie Export, Faith Wil­ding, Mierle Laderman Ukeles, Eleanor Antin ve Gina Pane bu bağlamda performans sergilemiş önemli isimlerdendir. 

Son dönemin en akılda kalmış performansı ise Pippa Bacca ve Silvia Moro adlı iki sanatçının Barış Gelinleri ismini verdikleri performanslarıdır. Plana göre; Milano’dan yola çıkıp otostopla Balkanları ve Ortadoğu’yu geçecek, farklı kültürlerden insanlara barış mesajı ileterek son durakları Tel Aviv’e varacaklardı. Bu yolculuk boyunca sanatçılar “ulusların barışçıl evliliği” temasıyla beyaz gelinlik giyecek ve performanslarının sonunda bu gelinlikleri barış yolculuğunun izi olarak sergileyeceklerdi. Pippa Bacca yolculuğu boyunca tanıştığı ebelerin ayaklarını yıkayacak, Silvia Moro ise tanıştığı kadınlardan gelinliğine motifler işlemesini isteyecekti. Ne yazık ki bu iki sanatçıdan yalnızca Silvia Moro yolculuğunu tamamlayabildi. 

Milano’dan başlayan barış yolculuğunun Türkiye ayağında Pippa Bacca ve Silvia Moro Beyrut’ta buluşmak üzere ayrıldı. İstanbul’dan Ankara’ya gitme amacıyla otostop çeken Pippa Bacca, bindiği araçta üç kişinin tecavüzüne uğradı ve boğularak öldürüldü. Bu cümleleri yazmak ne kadar utanç verici değil mi? Onlarca şehri otostopla geçen bir kadın, yalnız kaldığı ilk anda tecavüze uğrayıp öldürülüyor. Üstelik dünyaya barışı ve güveni aşılamak isterken. 

Yolculuk için neden gelinliğin tercih edildiği ise Pippa Bacca’nın kendi sitesinde (www.pippabacca.it) şöyle anlatılıyor: 

“Pippa, sadece tek bir gün kullanılacak bir elbise için bu kadar çok özen gösterilmesini saçma buldu ve aklına gelinliği aksi bir şekilde kullanma fikri geldi. Öyle bir elbise ki; bir deneyimin tanığı olarak giyiliyor, anıları üzerinde topluyor, tükenerek ve kirlenerek… Savaşın, bir gerçeklik ya da yakın bir hatıra olduğu ülkeleri otostopla geçeceği özel bir seyahatte taşımak için tek bir elbise… Elbiseyi sadece uyumak ya da yıkamak için üzerinden çıkaracak. 

Pippa aksesuar olarak da beyaz topuklu ayakkabı giymeye karar verdi; çünkü bu da kadın olmanın sembolüydü ama aynı zamanda rahatsız ve acı vericiydi. Çünkü kadın olmak ve anne olmak, hepimizin barışı sağlamak için yaptığı yol gibi cesaret ve güç gerektiren bir şeydi. 

Etek, saflığın ve masumiyetin simgesi olan zambağa benziyordu, her bir katı ise zambağın yapraklarını andırıyordu. Etek, her birinin, kadınların gittiği ülkeleri simgeleyen (Slovenya, Hırvatistan, Bosna, Sırbistan, Bulgaristan, Türkiye, Lübnan, Suriye, Mısır, Ürdün, İsrail) değişik doğal materyallerden yapılmış on bir kattan oluşmaktaydı. Her bir kat, tıpkı gerçek bir kitap gibi numaralarla tanımlanmıştı ve bir de, yıkaması daha kolay olabilmesi için hepsinin çıkabildiği bazı katlarda da bu on bir ülkenin sembolü olarak, bayraklarının bazı desenleri dikiliydi; projenin çok kültürlülüğünü vurgulamak için eteğin bazı kısımlarında Bosna bayrağının yıldızlarını ve Türk bayrağının ayını, Hırvatistan’ın damasını, Slovenya’nın dağlarını bulabiliriz.” 

Türkiye’de Feminist Sanat 

Feminist Sanat ülkemizde 80’li yıllarda görünürlük kazanmaya başlamıştır. 2000’li yıllardan itibaren ise feminist sanatçılarımız bu alanda daha çok aktiflik sağlamıştır. Türkiye’nin Feminist Sanat akımı çerçevesinde önemli isimlerine örnek olarak; Canan, Şükran Moral, Sena, İpek Duben, Nezaket Ekici, Nilbar Güreş ve Nil Yalter verilebilir. Sanatçılar eserlerinde toplumsal cinsiyet üzerindeki siyasi uygulamaları, geleneksel tabuları ve ataerkil sistemi işliyor. 

Ülkemizde Feminist Sanat bağlamında, yankı uyandıran ve birçoğunuzun anımsayacağı çalışmalardan biri, Kabataş’ta bir binanın duvarına, 2018’de öldürülen kadınların anısına 440 çift kadın ayakkabısı asan Vahit Tuna’ya aittir. Evet, bu önemli çalışmayı bir erkek sanatçı gerçekleştirdi. Feminist Sanat çatısı altında eser vermek için kadın olmak şart değildir, tıpkı feminist olmak için böyle bir ön koşul bulunmadığı gibi. Yazar ve sanat eleştirmeni Ahu Antmen’e göre bu mücadelenin bilincinde olan ve bu mücadeleyi destekleyen bütün sanatçı üretimleri Feminist Sanat başlığı altında değerlendirilebilir. 

Bu ve benzeri Feminist Sanat çalışmaları kadının geçmişten günümüze süregelen var olma mücadelesine ışık tutmaktadır. Aslında var oluşumuz da sonradan ataerkinin “verdiği izinlerle” başlamamıştır, böyle bir algı hatalı olur. Kadın sanatçılar hep var olmuştur ama sanat kitaplarını yazanlar erkeklerdi. Ve nedense onlardan söz etmeyi unutmuşlardı. Yani kadın sanatçıların bu mücadelesi, sanat tarihine yönelik bir hatırlatma mücadelesidir aynı zamanda. 

Son olarak; sanatın sanat için mi yoksa toplum için mi olduğu tartışmasına girme gibi bir amacımız yok, ki bu tartışma tarihte hiçbir zaman sonuç vermemiştir. Bu konudaki kişisel görüşlerinizi size bırakıyoruz. Fakat iyi bildiğimiz bir şey var: Feminizm asla feminizm için olmamıştır. Feminizm tüm cinsiyetlerin ve ırkların ataerkinin prangalı sisteminden kurtuluşunu hedefler. İşte bu nedenle toplumsal eşitlik ve barışa ulaşma yolundaki araçlardan yalnızca biri olan Feminist Sanat akımının, toplum için olduğunu sonuna kadar savunabiliriz. 

Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir, Feminist Sanat’ın var olmadığı bir toplumda ise bütün renkler erkektir. 

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir